20 , 35 ve 40 yaşımda ben…

20 , 35 ve 40 yaşımda ben...
20 Yas 35 Yas 40 Yas Ali Poyrazoglu 1eda

Muhteşem yazısıdır Ali Poyrazoğlu’nun…

“20 yaşını, 35 ve 40 yaşını çağırır eve yemeğe.

Sevdikleri yemeklerden mükellef bir sofra kurar.

Özenir, bezenir…

Ama gece kabusa döner.

20 yaşı, 35 yaşını tutucu bulur, 40 yaşı ikisinin de salak olduğunu söyler.

Yatıştırmak ister, hepsi bir olup “Sen karışma moruk” diye çemkirirler.

Kızılca kıyamet kopar, biri diğerine bardak atar.

Gürültüden komşular isyan eder.

Güncel yaş ortalığı yatıştıramaz, en son satırda der ki,

-Ne çağırıyorsun hiç tanımadığın adamları evine?”

Öyle güler eğlenirim ki her okuyuşumda.

Bugün yine karşıma çıktı da, içimden “Yahu” dedim, “Gülüyorsun gülmesine de, acaba seninkiler ne yapardı?”

Benim 35’le 40 arasında pek fark yoktur, ama 20 yaşım hepsini deli ederdi bundan eminim.

Her şeyi bilirim iddiasında, sıfır hayat tecrübesi ile burnu beş karış havada bir ukalaydı kendileri. Yaşamın sırrını çözmüştü aklınca.

Tam bir gurur kumkumasıydı bir kere.

Bunu da marifet sayardı.

Dünyanın bütün dertleri ondaydı ve hepsi başkalarının yüzündendi.

Kurban psikolojisine pek bi yatkındı anlayacağınız.

Çok da hayalperestti üstelik.

Boş kaldığı her saniyeyi hayal kurarak geçirir, onlar gerçek olmadıkça da “Vay benim talihsiz başım” diye acıklı türküler yakardı.

En can arkadaşına, “Öyle çok hayal kurmuşum ki yıkıl yıkıl bitmiyor” diye ağlamışlığı vardı.

Dinlemeyi bilmezdi pek. Öncelikle cevap yetiştirmeye çalışırdı.

Çok sabırsızdı sonra. Kafasının dikine dikine gitmeye bayılırdı. Boğazında boğumlar oluşmamıştı henüz. Tepesini attıran ne varsa lap diye söyler, olay çıkartırdı. Dik başlı , asi…

Çok az uyur, deliler gibi kahve içer, hatta Türk kahvesini kocaman kupalara yapar, içip bitince telvesini muhallebi gibi kaşık kaşık yerdi deli.

Bir şarkıya takınca üst üste elli defa dinler, sesini en sonuna kadar açar, birileri kıs derse de kendini büyük haksızlığa uğramış sayardı.

30 yaşım, ooo o da ukalaydı bak. Hele 20’ye kim bilir ne bilmişlik taslardı. Sürekli istesin istemesin, ona ders verme çabasında olur, diğer çemkirdikçe o da ona söylenirdi kesin.

Öfkesini dizginlemeyi o sıralarda yeni yeni öğreniyordu çünkü.

Baktı ki 20’liğin öfke çıkışları iş hayatında ayağına dolanacak, aklını başına aldı sonradan.

Kariyer basamaklarını tırmanıyordu ve hayatındaki en önemli şey buydu 30 yaşımın.

Düşünüyorum da epeyce cesurdu aslında. Doğup büyüdüğü şehirden ayrılıp kimseyi tanımadığı başka bir kente taşınmış, sürekli Güneydoğu Anadolu’ya seyahat edip duruyordu. Bir Kızıltepe, bir Adıyaman, bir Milano, bir Londra, sürekli iklim şoku, kültür şoku içinde gidip gelirken insanlardaki farkların aslında bu dünyanın en kıymetli rengi olduğunu fark etmişti.

Bir Diyarbakırlı ile bir Alman arasında veya bir Urfalı ile bir İsveçli arasında köprü olması gerekiyordu. Dedo Ağa ile Herr Helle arasındaki bağı düzgün kurabilmek kolay iş değildi doğrusu.

İnsan ilişkilerini mecburen çözdüğü, kriz nasıl yönetilir öğrendiği günlerdeydi. Bu buluşunun sihri içinde yepyeni bir aleme ayak basmış gibi geçiyordu günleri. Kendi evinde oturuyor, kendi parasını kazanıyordu.

20’liğin burnunu kıvırdığı ev yemeklerini, mesela patates oturtmayı, mesela ıspanağı deli gibi özlüyor, onun bayıla bayıla yediği pizzalardan, hamburgerlerden feci bıkmış görünüyordu. “Gözün görmek istemeyecek ilerde bunları” diyecekti ona. 20’lik kesin itiraz edecekti.

“Yok” diyecekti 30 yaşım, “ Aç o tencereyi, annenin yemeklerini iyi kokla bak, yapayalnız bekar evine girdiğinde, yan evden yükselen bu kokuya burnunun direği sızlayacak”.

Biri sebzeden nefret ederken diğeri sabah kahvaltıda bile ciğer yenen bir kentten dönünce pazarlara atacaktı kendini ot toplamaya…

40 yaşım, sakin sakin gülümseyerek dinleyecekti onları. Çoktan evlenmiş, anne olmuştu çünkü. Sabır nedir, gerçek uykusuzluk nedir, o yemekler ne emekle pişirilir, o iş neden insana gereklidir, o insan ilişkileri nasıl ruhunu besler, hepsini biliyordu.

Susup dinlemesini de öğrenmişti bir kere. 20 ile 30 tartışırken, “Ah ilahi ben” diye şefkatle gülümseyecekti.

Bugünkü bana gerek kalmazdı sanırım. 40 yaşımda ortalığı yatıştıracak yürek vardı. İkisini de sevgiyle dinler, hele 20’nin o aceleci hallerine, o kırılganlığını kapamak için geliştirdiği hırçınlığına pek bi gülerdi.

Onu sakinleştirmek için, “Hayallerinin gerçek olmayanlarına ilerde şükredeceksin” derdi. “İyi ki olmamış, Allah beni korumuş” diyeceksin.

Ve asıl, en kalpten, en büyük tutkuyla dilediklerin gerçekleşecek zaten. Sadece sabret ve bekle. Biliyorum sabretmek sana ceza gibi geliyor, ama hayat sabretmeyi öğrenmezsen çok itip kakacak seni. Öğren sabretmeyi canım benim. Bak kızın olacak ilerde.

Bebekliği, iki yaş tersliği, yok ergenliği… Öğreneceksin işte. Hiçbir şey olmasa anne olarak öğreneceksin sabretmeyi.

Ama o sabır, yanında öyle bir ödülle gelecek ki, artık ceza gibi hissetmeyeceksin onu. Her sabrettiğin konu gelip seni sarıp sarmalayacak bir ışık gibi hayatını aydınlatacak sonunda.

Ukalalığın ise aslında gizlenmiş güvensizlik olduğunu söyleyecek bugünkü yaşım ikisine de. Özgüveni yerinde insanların asla ukala olmayacağını, dolu başak tanelerinin başının eğik olduğunu anlatacak onlara.

Neyle dolduracaklar başak tanelerinin içini? Bilgiyle, tecrübeyle, farklılıklara saygı göstermekle, öfkede susmakla, sevgini saklamadan göstermekle…

Özür diyebilmenin fazilet, birisini affetmenin aslında ona değil, kendi öz benliğine yapılacak en büyük iyilik olduğunu öğrenmekle.

Sıcacık, içten bir teşekkürün her insanın kalbinde çiçekler açtıracağını bilmekle.

Bu yaşım, artık hüznünde ve öfkesinde sessiz, neşesinde herkesin duyacağı kadar coşkulu.

Çünkü biliyor ki herkesin bir derdi var.

Herkes birbirine sadece dertlerini anlatsaydı çekilmez bir eziyete dönüşürdü hayat.

Dertleri paylaşmanın değerini bilir, ama sürekli şikayet eden biri haline gelirsen , bakteri gibi, hastalık gibi keder yayarsın etrafına; onu da bilir.

O yüzden olumlu şeyleri söylerken yükseltir sesini, hüzünlüyse sadece en yakınlarına fısıldar.

Vazgeçemeyeceği şeyleri çok iyi biliyor bu yaşım.

Ne kadar kızsa da, üzülse de memleketi mesela. Çünkü memleket sadece bir toprak parçası değil ki, var oluş, aidiyet, onur, şeref…

İnsanlar, kültür, gelenek, görenekler, görgü, algı, hepsi onu o yapan şeyler. Vazgeçilir mi memleketten? Kendinden vazgeçmiş olursun.

Mesela aile, mesela dostlar… Sen onlarla sensin.

Hepsinin belki de tek ortak noktası , hayaller.

El ele tutuşup and içecekler yemeğin sonunda.

“Ne olursa olsun güzel hayaller kuracağım.”

Kusura bakma üstadım, benimkiler tanıdık geldiler bana.

Belki de bir kenarda hiç uslanmadan zıp zıp zıplayan 5 yaşım, her adımda hepsine eşlik ettiği içindir.

Bige Güven Kızılay

04.01.2019

( Sizinkiler ne yapardı dersiniz?

Okul müdürünün talimat iddiasına inceleme! 2

Okul müdürünün talimat iddiasına inceleme!

Yoksulluk... 2

Yoksulluk…