5 yaşında okula başlamıştım ve 7 yaşında üçüncü sınıftayken yatılı okula yazdırmıştı beni ailem.
Kelimenin tam anlamıyla mini minnacık bir çocuktum.
Babamı az önce buğulu gözlerle uğurlamış ve ürkek adımlarla girmiştim yemekhaneye.
İlk defa gördüğüm bir tabak vardı masada. Tabağın bir gözünde pirinç pilavı, diğer gözünde sulu bir yemek bulunuyordu.
Kaşıkla sulu yemeği karıştırdım.
Yeşil yeşil şeylerdi. İlk defa görüyordum ve ne olduğuyla ilgili hiçbir fikrim yoktu bu yemeğin.
Ekmeğin ucundan küçücük bir parça koparıp ağzıma attım. Ekmek ağzımda çoğaldıkça çoğalıyordu. Aynen babama, anama, köyüme duyduğum özlem gibi.
Güç bela yuttum o bir lokmayı.
Bilmediğim o yemekten ağzıma hiç almadım.
Yemeğin ne olduğunu bilsem yer miydim, onu da bilmiyordum aslında. Un bulamacı olsaydı mesela, ya da toga çorbası…
Yemezdim, yiyemezdim herhalde.
Ben yemek masasında öylece dururken biri dikildi başıma. Kafamı kaldırıp baktım. Minicik bedenimin yanında dev gibi bir adam duruyordu.
“Bitir yemeğini” dedi sert bir ses tonuyla…
Yemeği de ilk defa görüyordum, o adamı da…
İkisi de düşmanca bakıyordu bana.
Yemeğe baktım. Bir lokmasının beni boğacağını düşündüm.
Adama baktım. O da boğacak gibi bakıyordu gözlerime.
Kaba eliyle omzuma bastırdı. Canım çok acımıştı.
“Yemeğini bitir” dedi yeniden… “Hadi…”
Ağlamaya başladım. Ellerimi bacaklarımın arasına koydum, yere baktım ve sicim gibi dökülen gözyaşlarımı bıraktım.
Aynı el bu defa başımı bastırdı yemek masasına doğru. Sesi daha da sertleşmişti. Ağlamam onu iyice öfkelendirmişti…
“Ağlasan da ağlamasan da bitireceksin yemeğini” dedi.
Bu yemeği bitiremezdim ben oysa. Ne olduğunu bilmediğim bir yemek olduğu için değil, babamı, anamı çok özlediğim için… Hıçkırıklar boğazıma düğümlendiği için. Hasret burnumda tütmeye başladığı için…
Yüzlerce çocuk ve onlarca büyük adam vardı etrafta..
Ama ben yapayalnızdım.
Evde de yemeğimi bitirmediğim zamanlar olurdu ama babam hiç böyle yapmazdı. Canımı acıtmazdı.
“Bitireceksin” diye dayatmazdı.
Ve bana öğretilmemişti “bitireceksin” dayatması karşısında nasıl bir tepki vermem gerektiği.
Yapabildiğim tek şey ağlamaktı.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ve vücudum zangır zangır titriyordu.
Her şeyin bittiğini düşünüyordum.
Anamın anlattığı cehennem burası olmalıydı.
İşte tam o anda duydum o sesi. Umutlarımın tamamen bittiği anda.
“Fahrettin” dedi bir ses. “Ne yapıyorsun?”
Aynı anda az önce yemeğe doğru şiddetle bastırılan başıma bir el daha dokundu. Acıtmayan, aksine dokunduğu yerdeki tüm acıyı çekip alan bir el.
Başımı kaldırdım. Kızıl yüzlü, kızıl saçlı, gözlüklü, gülümseyen bir yüz vardı karşımda.
Beni kollarımdan tutup kucağına aldı.
“Gel bakalım” dedi. “Çıkalım seninle biraz…”
Okulun dışına kadar kucağında götürdü beni. Boyumun yüksekliğinde bir duvarın üstüne oturttu.
“Adın ne” dedi gözlerime sevgiyle bakarak.
– Ali
– Benim de bir oğlum var. Adı Mehmet. Bir de üçüncü sınıfta bir kızım var, Behice… . Onlarla arkadaş olmak ister misin?
– İsterim…
– Peki, benim öğrencim olmak ister misin Ali?
Gözlerine bir daha baktım. Gözlüklerini çıkarmış, gözlerime bakıyordu. Az önceki Cehennemden eser yoktu şimdi ruhumda.
Rahatlamıştım…
Gurbette olduğumu bile unutmuştum bir an için.
Büyük bir heyecanla “isterim öğretmenim” dedim…
Ellerini uzattı, başımı kendine doğru çekip göğüslerine bastırdı.
Gözlerimi kapattım. Babamın beni kucakladığını hayal ettim bir an için. Anamın sevgiyle dokunan ellerini hissettim başımda.
Gözlerimden bu defa daha çok yaş akıyordu. Ama bu defa akan yaşlar mutluluk gözyaşlarıydı…
…
Merak etmişsinizdir, bezelye konusu ne oldu diye…
Ben 9 yıllık yatılı öğrenciliğim boyunca bir kaşık bile bezelye yemedim.
Hatta, bezelye olduğu gün, bırakın yemek yemeyi yemekhaneye bile girmedim.
Yemekhanenin dışında, bezelye kokusunu duymayacağım bir yerde arkadaşlarımın getirdiği bir parça ekmekle doyurdum karnımı.
Bezelyenin leziz tadını tattığımda yaşım otuza yaklaşmıştı.
…
Şimdi ellisine yaklaşmış bir öğetmen olarak her şeyi unuttum ama, başımı okşayan o müşfik eli hiç unutmadım.
Yatılı okulların o soğuk odalarında yedi yaşındayken başımda dolaşan muhteşem elin hayalini kurarak ısındım yıllarca.
..
Öğretmenim Hüsnü Coşkun yıllar sonra emekli olduktan sonra çalıştığı bir inşaatta duvara yaslanmış vaziyette ölü olarak bulundu.
Allah rahmet eylesin öğretmenim…
Ali ÇAM
Kahramanmaraş…