“Sıkıldım.” Bu ifade önemsiz bir cümle gibi gözükse de, ebeveynlerin içini korku, üzüntü ve suçluluk duygusu ile doldurmaya yetecek güce sahip. Eğer biri sıkıldıysa, bu demektir ki çevresindeki başka biri onu aydınlatmayı, eğlendirmeyi ya da dikkatini çekmeyi başaramamıştır. Zaten yapılacak ve yapılması gereken bunca şey varken insanlar – yetişkin ya da çocuk – nasıl sıkılabilir ki?
Ancak aslında, can sıkıntısı bir an önce içinden çıkılması gereken bir durumdan ziyade tecrübe edilmesi gereken bir his. Bunun sebebi, Victoria Dönemi İngiltere’sinde kabul edildiği gibi can sıkıntısının korkutucu ve sizi güçlendiriyor olması değil. Büyürken çoğumuza öğretilenin aksine – can sıkıntısı sıkıcı insanlara göredir fikrinin aksine – can sıkıntısı kullanışlıdır. Size iyi gelir.
Ve eğer çocuklar bu durumun farkına erkenden varmazlarsa, kötü bir sürprizle karşılaşacaklar. Şu gerçekle yüzleşelim: Okulu sıkıcı bir yer halini alabiliyor ve eğitirken aynı zamanda eğlendirmek öğretmenin işi değil. Hayat yalnızca eğlenceli anlardan oluşmaz. Maria Semple’ın Neredesin Bernadette? adlı kitabında bir annenin kızına dediği gibi: “Evet, sıkıldın. Sana hayatla ilgili bir sır vereceğim şimdi. Şu anı sıkıcı mı buluyorsun? Açıkçası, hayat daha da sıkıcı bir hal alacak. Hayatı ilgi çekici hale getirenin kendin olduğunu ne kadar erken öğrenirsen, o kadar iyi olur senin için.”
İnsanlar, yaşamın büyük bir bölümünün sıkıcı olduğunu kabul ederdi eskiden. 21. yüzyıldan önceye ait anı yazılarına baktığımız zaman insanların hayatlarının can sıkıntısıyla geçtiğini görebiliyoruz. Çalışmayan insanlar vakitlerini odalarında bir şey yapmadan oturarak ya da uzun yürüyüşler yapıp ağaçları seyrederek geçirirlerdi. Ardından araba kullanmaya başladılar ve yaptıkları tek şey daha fazla ağaç seyretmek oldu.
Çalışmak zorunda olanlar içinse hayat daha zordu. Tarımsal ve endüstriyel işler son derece sıkıcıydı ve birçok insan çalışmak istemiyordu. Çocuklar da geleceklerinin bundan farklı olmasını beklemiyor ve bu fikre erken yaştan itibaren alışıyorlardı; kitaplıklar ve ağaç dalları eşliğinde başıboş bırakılıyorlardı. Daha sonra bu başıboş zamanlara kötü televizyon programları eklendi.
Kısa bir süre önceye kadar, yetişkinler belli miktarda can sıkıntısının kabul edilebilir olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla çocuklar da boş vakitlerinin kıymetini biliyorlardı. Amerikalı ünlü oyuncu ve besteci Lin Manuel Miranda, GQ dergisine verdiği bir röportajda çocukken bir şey yapmadan geçirdiği akşamlardan ilham verici olarak bahsediyor. Miranda, “Yaratıcılığı harekete geçirmek için boş bir sayfadan veya odadan daha iyi bir şey yoktur,” diyor.
Şimdilerde ise çocukları böylesine bir hareketsizliğe maruz bırakmak ebeveynlik görevinin ihmali olarak görülüyor. Gazeteci Claire Cain Miller; sınıf, ekonomik gelir ve ırk fark etmeksizin ebeveynlerin “okuldan sonra zaten sıkılmış olan çocukların müfredat dışı etkinliklerle meşgul olmaları ve istendiği takdirde kendi işlerini bırakıp çocuklarıyla ilgilenmeleri gerektiğine” inandıklarını ortaya koyan güncel bir araştırmaya dikkat çekiyor.
Her boş an en iyi şekilde kullanılmalı ve bu anlardan bir hedef doğrultusunda maksimum verim alınmalı diye düşünülüyor.
Çocuklar ebeveynleri tarafından sıkboğaz edilmiyorken kendi oyuncaklarına, yani dijital aletlerine teslim ediliyor. Ebeveynlerin uzun bir araba ya da uçak yolculuğuna hazırlanması, ordu yetkililerinin karmaşık bir harekat planı hazırlamasına benziyor. iPad’e hangi filmler yüklenmeli? Aile dostu bir podcast mi başlatmalıyız? Çocukların beyinleri koltuklarına yapışana kadar Fortnite oynamalarına izin vermeli miyiz? Peki, 70’lerde ebeveynler çocukları sıkıldığına ne yapıyordu? Hiçbir şey! Çocukları kendi hallerine bırakıyorlar, kardeşleriyle uğraşmalarına ya da bozuk emniyet kemerleriyle oynamalarına izin veriyorlardı.
Eskiden sıkılmaktan şikayet ettiğinizde ebeveynleriniz bunu size ödetirdi. “Dışarı çık,” veya daha kötüsü “Odanı temizle!” tepkisini alırdınız. Bunlar eğlenceli miydi? Hayır. Peki sizin için faydalı mıydı? Kesinlikle.
Çünkü sıkıldığınız zaman bir şeyler olmaya başlar. Yaptığım en sıkıcı işlerden bazıları aynı zamanda en yaratıcı olmamı sağlayan işlerdi. Okuldan sonra bir ithalat firmasında çalışıyordum, çirkin kazakların fotoğraflarını satış belgelerinin arkasına yapıştırırdım. Ellerim yapıştırıcı kullanmaktan kabuk bağlamıştı ve kazakların hepsi birbirine benziyordu. Neden bilmiyorum sürekli bir şeker kamışı kokusu alıyordum. Yani mecburen başka şeyler düşünmem, zihnimde farklı diyarlara gitmem gerekiyordu.
Böyle hikayeler sıkıldığınızda ortaya çıkar zaten. Markette çalıştığım zamanlarda da insanların neler aldıkları üzerinden onlarla ilgili hikayeler yaratmaya başlamıştım. Akşam 9’da patlıcan ve 6’lı bira alan adam: Bunlardan hangisini almak için gelmişti markete de aklının çelinmesi sonucu diğerini de satın aldı? Acaba beşinci sınıftaki öğretmenim ben onun alışveriş sepetini süzerken hakkımda ne düşünüyordu?
Can sıkıntısının rahatlatıcı etkilerine alışmaya başlayınca keşfetmeye giden yola da girmiş oluyorsunuz. Tekdüzelik, ağaçlar ya da kazaklar arasındaki küçük farkları görmenize yol açıyor. En kullanışlı fikirlerin duş almak gibi yapmak zorunda olduğunuz gündelik aktiviteler sırasında ortaya çıkmasının sebebi de bu. Çünkü böyle durumlarda zihninizin kendince gezinmesine, istediği yere gitmesine izin veriyorsunuz.
Elbette can sıkıntısı tek başına bir önem teşkil etmez, önemli olan bizim bu sıkıntıyla ne yaptığımız. Dayanma noktanıza ulaştığınızda, sıkıntı size yapıcı bir şekilde nasıl tepki vereceğinizi, kendi adınıza ne yapabileceğinizi öğretir. Ama bunları, canımız gerçekten çok sıkılmadan öğrenemeyiz.
Amaç korkunç bir can sıkıntısına ve bezginliğe kayıtsız kalmayı öğrenmek değil, bu durumun hakkından nasıl geleceğinizi öğrenmek. Bu birkaç farklı şekilde gerçekleşebilir: İçinize kapanıp düşünerek geçirebilirsiniz bu zamanı. Kitap okuyabilirsiniz. Daha iyi bir işin hayalini kurabilirsiniz. Can sıkıntısı hayal kurmanızı sağlar. Ancak en nihayetinde öz-disiplininizi geliştirir ve becerikliliğinizi artırır.
Can sıkıntısıyla başa çıkma becerisi, odaklanma ve öz-düzenleme becerileriyle de ilişkili. Araştırmalar dikkat bozukluğu olan kişilerin sıkılmaya daha yatkın olduğunu gösteriyor. Aşırı uyarıcı unsurlara sahip dünyamızda, başlarda ilgimizi çeken şeylerin zamanla çekiciliğini yitirmesi ve geçmişte bizi oyalayan şeyleri artık sıkıcı bulmamız son derece anlaşılır bir durum.
Çocukların erken yaşta sıkılmaları – ve sıkılmalarına izin verilmesi – büyük önem taşıyor. Bu kaçınılması ya da yok edilmesi gereken bir problem olarak görülmemeli, bunun yerine çocukların kendi başlarına mücadele ettikleri bir şey olmalı.
Çocuklara bunu yapmayı öğretmeyi bıraktık. Okullar; yavaş, sıkıcı ve iki boyutlu içerikleri kavramayı öğretmekten ziyade – ki çoğu önemli bilgi bu özelliklere sahiptir – çocukların beklentisinin “eğlence” olduğunu söylüyor ve bu beklentiye boyun eğiyor. Öğretmenler, öğrencilerin “ilgisini çekmek” için görsel ve interaktif öğrenme (ekranlar ve oyunlar üzerinden öğrenme) yöntemlerini müfredata uyarlamaya daha fazla zaman harcıyor. İddiaya göre, çocuklar uzun süren dersleri dinlemiyor ve öğrenimlerini onlar için “yutulabilir küçük porsiyonlara” bölmek de bizim işimiz.
Eğlenceyi artırmak yerine çocuklara can sıkıntısına dayanmayı öğretmek tabii ki onları daha gerçekçi bir geleceğe; sahip olacakları işler ve genel olarak hayatla ilgili yanlış beklentilere yol açmayacak bir geleceğe hazırlar. Bir gün, aslında işlerini çok seviyor olsalar da, tüm gün boyunca mail cevaplamak zorunda kalabilirler. Ya da hesap çizelgesini kontrol etmeleri gerekebilir.
Tüm bunların kulağa çok sıkıcı geldiğini düşünebilirsiniz. Çünkü, çalışma hayatı ve aslında genel olarak hayat böyledir. Belki de bu duruma tekrar alışmalı ve bunu yararımıza kullanmalıyız. Belki de aralıksız gelişen dünyamızda biraz heyecandan feragat edebiliriz.
Kaynak: https://www.nytimes.com/2019/02/02/opinion/sunday/children-bored.html