Değerli okurlarım,
Emre Pekçetinkaya benim asistanım. Bir yazı gönderdi, izniyle paylaşıyorum. Yorum ve görüşlerinizi eminim o da benim kadar merak ediyordur. Sağlıklı günler dileğim ve sevgimle.
Yazar Doğan Cüceloğlu
***
Yaz başından beri her akşamüstü Üsküdar sahilinde yürüyüşler yapıyorum. İlk günlerde sadece fiziksel bir aktivite olarak gördüğüm bu yürüyüşlerin ruhsal olarak da iyi geldiğini fark edince alışkanlık haline getirdim. Hatta öyle ki kendimle baş başa geçirdiğim bu an, gün içinde en çok keyif aldığım ve beklediğim ana dönüştü. Bu yürüyüşler sırasında karşıma çıkan birkaç kediyi sever; sahilde bir kayaya oturup denizi, gün batımını ve martıları izler; sonra birkaç fotoğraf çekip yoluma devam ederim. Ayrıca burada her daim var olan zengin insan manzaralarının içinden geçmenin, gözlemlemenin de ayrı bir tadı olur.
Geçen akşam, yine böyle sahilde yürürken gözüm karşıdan gelen iki kadına ve yanlarındaki çocuğa takıldı. Kadınlardan genç olanı deniz tarafında, yaşı daha büyük görünen ortada, dört-beş yaşlarındaki erkek çocuğu ise yol tarafında yürüyordu. Ortadaki kadınla çocuğun arasında ise bir gerginlik olduğu anlaşılıyordu. Büyük anne olduğunu tahmin ettiğim kadın çocuğun elinden tutmaya çalışıyor, fakat çocuk elinden tutulmasını istemediği için sızlanarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Aramızdaki mesafe iyice azalıp birkaç metreye indiğinde, ortadaki kadın kenarda balık tutan bir adamı işaret ederek öfkeli bir sesle “Berat elimden tutmazsan bu amca seni denize atacak!” dedi. Bu sözü duyan çocuk bir an irkildi ve korku dolu bakışları adama doğru yöneldi, sonra yanımdan geçip gerimde kaldılar. Duyduğum sözün ürkütücülüğüyle yavaşladım ve dönüp arkalarından baktım. Az önceki söz işe yaramış, Berat kadının elinden tutmuştu. Böylelikle aralarındaki anlaşmazlık da sona ermiş görünüyordu.
Biraz şaşkınlık ve öfke hissettikten sonra, ardı sıra bakıp çocuğun küçük adımlarını izlerken içimde bir hüzün oluştu. Hüznümün sebebi çocuğun yaşadığı bu olayın tanıdık gelmesi, dolayısıyla şimdi nasıl hissettiğini tahmin edebiliyor olmamdı. Ve böyle bir sözün onun hayatını nasıl etkileyebileceğini az çok kestirebiliyordum. Bir de tabi ki onun için elimden bir şey gelmemesi de üzüntü veriyordu.
Şöyle biraz geçmişi düşündüğümde, içinde yetiştiğim ortamda bana ve etrafımdaki diğer çocuklara da buna benzer sözlerin sık sık söylendiğini hatırlıyorum. Bu sözleri en çok, tıpkı Berat’ın el tutmadan yürümek istemesi gibi kendi başıma bir şeyler yapmaya çalıştığımda, bir konuda söyleneni kabul etmeyip itiraz ettiğimde ya da söz gelimi oyun oynarken çok ses çıkardığımda duyardım. Bu anlarda hapse atacak polis abiler, çuvala koyup götürecek hırsızlar, yaramaz çocuklara iğne yapan teyzeler ve bunlar gibi daha niceleri önüme bir duvar olarak konulurdu.
Mesela aklıma ilk gelen bu tür anlardan biri kadınların toplanıp, pasta böreklerin yenildiği kalabalık bir ev buluşmasındandı. Beş-altı yaşlarındaydım. Ben ve diğer çocuklar kendimizi oyuna kaptırıp biraz fazla ses yapmıştık. Sonra kadınlardan biri, yaşı biraz büyükçe olan bir teyzeyi işaret edip onun iğneci olduğunu söylemişti. İğneci olduğunu öğrenen teyze de bakışlarını bir anda sertleştirerek, yüzüne tehditkar bir ifade yerleştirmiş; “Uslu durun haa! Çantamda iğne var!” diye çıkışmıştı. Sonuç olarak biz çocuklar teyzenin iğneci olduğuna inandık. Çünkü yaşımız gereği kolayca inanıyor, başka türlü olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Ve hepimiz oyunu unutup yerimize adeta çivilenmiştik. O andan itibaren evin içinde soğuk rüzgarlar esmeye başlamış, bizim için keyif ve neşe duygusu sona ermiş, yerini korku almıştı.
Sessiz olmamız için bu yöntem görünürde işe yaramıştı fakat içimde his olarak, şimdi daha net görebildiğim şöyle sorular ve çıkarımlar oluşmuştu; “İğne, hasta olunca yapılmıyor muydu? Demek ki söz dinlemeyince de yapılıyor. O zaman söylenileni yapmazsam her an cezalandırılabilirim” Bir çocuk olarak o anki davranışlarım ve bu tehditvari sözlerin arasındaki mantığı kuramamak ama yine de inanmak durumunda kalmak, içimde karmaşık duygular oluştururdu. Aynı zamanda bulunduğum o ortama olan güvenim sarsılırdı. Bu güvensizlik ve bilinmezlikle birlikte içime bir kaygı dolar, “çocuk doğallığım” kaybolur, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemez olurdum. Sanki her an bir davranışımdan dolayı birileri tarafından cezalandırılacakmış gibi diken üstünde hissederdim. Dolayısıyla bu tür sözleri söyleyen kişilere yaklaşmak istemez, böyle ortamlarda hiç rahat olamazdım.
Dünyayı henüz yeni yeni tanımaya, anlamlandırmaya çalışan Berat da, o sözü duyduğunda hiç şüphesiz hemen inandı ve yanındaki eli sımsıkı tuttu. Fakat aynı zamanda bu sözün içinde örtük olarak var olan olumsuz mesajları özümsedi ve çıkarımlar yaptı. “Büyük annemin elini tutmazsam o adam beni denize atacak. Demek ki bana denileni yapmazsam başıma kötü şeyler gelecek. Elim tutulmadan yürümeyi çok seviyorum ama iyisi mi kendi başıma yürümeyeyim çünkü her an birisi bana kötülük yapabilir. Diğer insanlar güvenilmez…” Ve ayrıca bu sözün oluşturduğu daha olumsuz şöyle bir mesaj da vardı; “Peki büyük anne, sen beni sevmiyor musun? O adam beni denize atarken sen ya da annem beni korumayacak mısınız? Demek bu tehlikeli dünyada korunmasızım, kendi gücüm yok ve sevildiğim de şüpheli. Ancak bana söyleneni yaparsam güvende olacağım ve sevileceğim…” Böylelikle bir çocuğun en temel ihtiyacı olan sevgi ve güven koşullara bağlanmış oluyordu…
Muhakkak ki büyük anne torununun güvende olmasını istiyor, onu kalabalıkta kaybetmekten ya da denize düşme gibi olası bir tehlikeden korumaya çalışıyordu. Fakat aynı zamanda torununun kendi başına yürüyebileceğine güvenmiyor, o ortam içinde biraz ilgilenerek Berat’ın kendince var olmasına destek olmuyor ve kolay olanı seçip söylediği sözle çocuğu daha az zahmet gerektiren bir hale sokuyordu. Ve bu söz ile bir anlamda onun ruhunun kanatlarını kesiyordu. Nihayetinde bu tür bir iletişimle birlikte Berat’ın gözünde dünya biraz daha güvensiz, büyük anne biraz daha sevgisiz, küçük Berat da biraz daha güçsüz ve cesaretsiz biri haline geliyordu…
Çocukluğunda bu tür mesajları sık sık alarak büyüyenlerin, yetişkinliğinde ne tür sıkıntılar yaşayabileceğiyle ilgili “Geliştiren Anne-Baba” kitabında şöyle bir bölüm var;
—
“Böyle ortamlarda yetişen çocuk, yaşamı ve ilişkilerini yönetebileceğini hissetmez, insanlara ve ilişkilerine güvenemez; bu nedenle kaygı doludur. Kendini yönetmekten aciz tek başına kalmış bir kuzu gibi sığınacak bir anne-baba kucağı, bir çoban arar. Bütün yaşamı, fırtına ve dalgalarla dolu bir denizde sığınacak bir liman aramakla geçer…”
—
Öyle görünüyor ki mutlu bir insanın, mutlu bir ailenin ve en sonunda da mutlu bir toplumun oluşmasını çocukların nasıl bir anlayışla yetiştirildiği belirleyecek. Koşulsuzca sevilip, aklına ve gönlüne saygı duyulan Berat’lar, Elif’ler, Can’lar büyüdüğünde kendini seven, özgüveni yüksek, yaşama ve kendi gücüne güvenen, sağlıklı birer yetişkin olacaklar. Sevgi ve güveni hakkıyla yaşamış ve yaşatmayı öğrenmiş bu yetişkinler için ise hayat, hem kendileri hem de çevresindekiler için çok daha keyifli, anlamlı ve doyumlu hale gelecek…
Emre Pekçetinkaya