Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor.
Takvim, dolma kalem, not defteri.. Hiçbirini almadım.
“Sakın bana bir şey getirmeye kalkmayın.” dedim.
Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme teşebbüsleri kesildi.
Bu ilkemi sadece bir kere bozdum.
Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen’in Kibritçi Kız’ı. Yoksullar arasında en yoksulu ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu.
Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.
Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor.
Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden.
Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.
O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.
Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız. Simiti uzattı.
“Al, öğretmenim.” dedi.
“Biliyorsun” dedim, “Ben…”
Sözümü kesti:
“Yiyeceksin!” diye bağırdı. “Sana aldım! sen bizim için neler yapıyorsun!”
Simiti elime tutuşturdu. koşarak çıktı.
O simiti yedim.
Dünyanın en acı; ama en lezzetli simitiydi.
İyi ki ders arasındaydık. İyi ki çocuklar koridordaydı.
İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.
Ülkü Tamer