Anneler, babalar, gençler arasında yeni bir salgın var. Herkes mantık evliliği öneriyor ve akılla yapılacak evlilikten mutluluk bekliyor. Alırken, satarken, fizikle, kimyayla uğraşırken akıl gereklidir ama evlilik; sevgi ortamında yürür.

İki insan bir ömrü birlikte sürdürmek amacıyla evlenirler. Evleri, yatakları, yorganları, yastıkları her şeyleri birleşir ve bir bütün olurlar. Bu denli büyük yakınlığı ve iç içe oluşu akılla yönetmek olanaksızdır.

Akıl mutlaka bakar, inceler, eleştirir ve her verdiğine karşılık bekler. Eleştiri, kusur bulma ve karşılık bekleme alışkanlığı ile sevgi yaşanmaz. Aşk gönüllerde doğar. Gönüllerdeki hassasiyet ve duyarlılıkla yaşar. Evlilikte mutluluğun anahtarı, aklı, gücü, yönetmeyi bir tarafa bırakmak, saf sevginin yaşaması için meydanı açık tutmaktır.

Üniversiteyi bitirmek üzere olduğumuz yıllarda, arkadaşlarımızdan birini prensesler kadar güzel bir genç kızla görmüştük. “Yakında nişanlanacağız” diye tanıttı. Genç kız, arkadaşımızın yeni taşındığı mahallenin varlıklı ve eski ailelerinden birinin tek kızı imiş.

Yetiştiriliş tarzından veya doğumdan kaynaklanan saf bir görüntü ve küçük davranış farklılıkları vardı. Belki de efsunlu güzelliğinin sebebi bu farkıydı. Müthiş saf, tertemiz, sevimli bir görüntü sergilerdi.

Arkadaşımız ise tüm okulları birincilikle bitiren akıllı, tedbirli, azimli, terbiyeli bir insandı. Düğünlerini hâlâ unutamam; gelin hanım beyaz gelinliğin içinde saflık, temizlik, güzellik simgesi gibi parlıyordu.

Evlendikten sonra arkadaşımız kendini daha akıllı gördüğü için her şeyi kendisi yönetmeye yeltendi. Eve arkadaşımızın aklı hâkimdi. Hiçbir konuda fikri sorulmayan kızcağız soldukça solmaya başladı. Yönetim altında olduğunu ve evin içinde eşdeğerde olmadığını hissetmek onu her gün biraz daha içine kapatıyordu. İçe kapanma ve önemsiz görülme, pamuk gibi yumuşak kızda hırçınlık ve kendinden beklenmeyen asabi davranışlara neden olmuştu.

Kızın asabi davranışları arkadaşımızın yönetme isteği ile karşılaşınca bitmez, tükenmez kavgalara neden oluyordu. Yaşamları tüm güzelliğini yitirmişti. Anlamsız çekişmeler içinde anlamsız bir yaşam sürdürüyorlardı. Prensesler kadar güzel genç kızın yerine sert hatlı, tikleri olan, solgun bir bayan çıkmıştı ortaya. Bu ortamdan en çok zarar gören ise kavgaları ve evdeki stresi her gün yaşayan küçük oğullarıydı.

Bir an için düşündüm; her gün, her işlerine rehber ettikleri aklı, bütün gün uygulamaya çalıştıkları yönetme ve güçlü olma arzusunu hiç olmazsa evlerinin içinde terk edebilselerdi…

İlk günden birbirlerini etkileyen saflığı, berraklığı, sevecenliği koruyup evde aşkı yaşatabilselerdi, o iki güzel insanın yaşamları kırılmadan, incinmeden ne denli güzel geçerdi. Yaşam Yaradan’ın bize kutsal bir emanetidir. Kavgayla, çekişmeyle geçirilemeyecek kadar önemlidir.

Aşk anda, yani şimdiki zamanda yaşar. Her anın değerini bilmemiz gerekir. Aklın geçmiş hesapları bizi andan uzaklaştırır. Geçmişin yükleri ve zihindeki kalıntıları aşkın gözünü perdeler. Evlilikler kurulurken insanlar gördüklerine, yaşadıklarına, mevcut olana fazla önem vermiyorlar.

Kendilerince olması gerekeni, rüyalarını gerçekleştirebileceklerini hayal ediyorlar. Olması gereken onları gerçeklerden uzaklaştırıyor. Kurdukları hayal dünyası ise yavaş yavaş yıkılıyor. Çünkü hiçbir kurgu, hiçbir hayal insanlara sevginin verdiği gerçek mutluluğu veremiyor.

Sevgi ne geçmiş, ne de gelecek düşüncesinden kaynaklanmaz. Sevgi gönülde doğar, gönüllerde yaşar. Gerçek yeri ne bedendir, ne zihindir. Onu yaşatabilmek için kalbinizde yer açmanız ve tüm ruhsal varlığınızla birlikte kabul etmeniz gerekir.

İnal Aydınoğlu
Öğretim Görevlisi – Yazar