Genç kadının ailesi sefalet içindeydi. Günlerdir sofralarında sadece kuru ekmek vardı. O da artık tükenmek üzereydi.
Çocuklarına sadece kuru ekmek yedirmek çok zoruna gidiyordu. Eşi çok hastaydı ve çalışamıyordu. Artık onun da bu açlığa dayanacak gücü kalmamıştı.
Kapının önünde bir gün ağlarken şehrin ileri gelenlerinden biri, kadını gördü ve ona ne olduğunu sordu.
Genç kadın günlerdir aç olduklarını, eşinin bir kaza sonucu sakat kalıp şimdi de çok hasta olduğunu, çocuklarının boğazından kaç gündür yemek geçmediğini anlattı.
Adam kadının haline üzüldü. Onu alıp boş bir tarlaya götürdü, ona iki tane kuyu gösterdi.
Kuyulardan biri boş, diğeri ise ağzına kadar su doluydu.
Adam kadına, dolu kuyunun içindeki suyu boş kuyuya taşımasını, her gün kuyuyu ne kadar su ile doldurursa ona o kadar yemek vereceğini söyledi.
Kadın büyük bir sevinçle kabul etti ve hemen suyu taşımaya başladı.
Ama kuyunun içi toprak olduğu için kadın ne kadar su taşırsa taşısın, toprak hemen suyu emiyor, dibinde azıcık su kalıyordu.
Kadın bu durumu görünce çok üzüldü ama vazgeçmeden suyu taşımaya devam etti.
Akşam olup adam geldiğinde kadın hemen derdini adama anlatmaya çalıştı: “Bu kuyunun içi topraktan. Ben ne kadar su taşırsam taşıyayım, toprak suyu emiyor. Akşama kadar su taşıdım ama sadece dibinde azıcık su birikiyor.”
Adam, kadının anlattıklarını dinledi ama ona bir şey demeden bir öğünlük yemeğini verip gitti.
Kadın bir öğün bile olsa karınlarının doyacağına çok sevindi. Bu iş böyle günlerce sürdü.
Kuyu dolmasa da her gün sabırla akşama kadar dolu kuyudaki suyu, boş kuyuya taşıdı.
Aylar sonra kuyunun içindeki su bitti ve kadın çok üzüldü.
Bir öğün bile olsa çocuklarının karnını doyurabiliyordu ama artık su bittiğine göre çocukları yine aç kalacaktı.
Kadın kara kara düşünüp ağlamaya başladı.
Akşam olunca adam yine geldi. Bu sefer elinde yemek yoktu.
Adam, “Artık su bittiğine göre senin görevin de bitti.” dedi.
Kadın daha çok ağlamaya başladı.
Şimdi ne yapacaktı?
Çocukları her akşam annesini heyecanla bekliyordu. Bu akşam eli boş nasıl eve gidecekti, yemek yok nasıl diyecekti.
Üzüntü içinde arkasını dönüp gidecekken adam kadına, kuyunun dibinde kalan suyu dışarı çıkarırsan sana bugünkü rızkını da veririm.” dedi.
Kadın, çaresiz kabul etti.
Adam kadını belinden bağladı, kuyuya saldı.
Kuyunun dibi çok karanlıktı, el yordamı ile bakarken kadının eline bir küp denk geldi.
Kuyunun dibinde son kalan su yoktu.
Küpü kucağını aldı, adamın kendisini çekmesini bekledi.
Yukarı çıktığında “Kuyuda hiç su kalmamış ama elimle su var mı diye bakarken bunu buldum.” dedi ve küpü adama verdi.
Adam kadından küpü alıp “İçi dolmayan bir kuyuyu her gün sabırla doldurmaya çalıştın.
Her gün bir öğün yemek vermeme rağmen vazgeçmedin. Nasıl olsa kuyu dolmuyor, deyip benim gelmeme yakın, bir kova su döküp beni kandırmaya çalışmadın, sabrının ve dürüstlüğün mükâfatı bu küptür.” dedi ve küpü kırdı.
Kadın, küp kırılınca gözlerine inanamadı. Çünkü küpün içinde yüzlerce altın vardı.
Kadın; sabrının mükâfatını, bir ömür rızkını bularak almış oldu.
Çocuğunuza karşı sabırlı olmaya çalışmak, bu boş kuyuyu doldurmaya çalışmak gibidir. Bir hevesle başlarsınız, kuyunun dolmadığını fark edince hevesiniz kırılır, bundan vazgeçersiniz. Sanki boşuna sabrediyor, emek veriyor gibi düşünürsünüz.
Ama mükâfatı süreç içinde göremeseniz de sonuçta mutlaka göreceksiniz. Her çocuk bir hazinedir. Önemli olan o hazineye ulaşmak için sabırla üstündeki suyu boşaltmaktır.
Yıllar sonra çocuğunuz karşınıza vatana, millete, ailesine hayırlı bir evlat olarak çıktığında siz hazineye ulaşmış olacaksınız.
Ama hazinenin üzerindeki suyu boşaltmazsanız çocuğunuzun yüreğindeki güzellikleri ortaya çıkaramazsınız.
Dilek Cesur’un İnstagram sayfasından