“Tez bana o elçiyi çağırın! Cesareti varsa bir de bana anlatsın bakalım…”
Çocuk gözlerini kapatıp durunca, babası elindeki kâğıda bakarak cümleyi tamamladı.
“Üç beş haddini bilmez çapulcunun Devlet-i Aliyye-i Osmaniyeyi nasıl işgal edeceğini!”
Çocuk gözlerini açıp, bıkkın bir yüz ifadesiyle kaldığı yerden devam etti.
“… üç beş haddini bilmez çapulcunun Osmaniye Devletini nasıl…”
Adam derin bir nefes aldı.
Sinirlerine hâkim olmaya çalışarak, “Üç tane cümleyi ezberleyemedin be oğlum!” dedi.
“Odana git, birkaç kere daha oku! Yarım saat sonra tekrar deneyeceğiz.”
Çocuk kâğıdı alıp odasına gitti ve kapıyı kapattı.
İki saattir aynı satırları ezberlemeye çalışıyor ama hep aynı yerlerde takılıyordu.
Kâğıdı masanın üzerine koyup tekrar okumaya başladı.
Babası kendine bir çay koyup tekrar salona geldi. Çok gergin gözüküyordu. Eşi de gerilmişti.
“Canım, zorlamasak mı çocuğu acaba?”
“Hayır, ne münasebet! Zorlayacağım tabii. Üç yıldır en kıytırık rolleri veriyorlar çocuğa. Bu sene başrol oynayacak. Diğer çocuklar sanki çok mu zeki? Kendini vermiyor velet. Yoksa bal gibi ezberler.”
Sabah okula uğramıştı Hasan Bey. Sınıf öğretmeni, Kerem’in rollerini ezberlemekte zorluk çektiği için figüran olarak rol verdiğini söyleyince de tepesi atmıştı.
Oğlu Kerem ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordu ve önceki senelerde ne kadar baskı yapsa da öğretmen bir türlü doğru dürüst bir rol vermemişti çocuğa.
Bu sınıf gününde artık çocuğunu başrolde görmek istiyordu.
“Bu kadar zorlarsak çocuk stres yapacak ama! Sahnede rolünü unutursa daha çok bunalıma girer. Bence vazgeçelim.”
“Ya, sen işine baksana! Ben uğraşıyorum işte. Sana ne oluyor?”
Kadın içini çekerek mutfağa gidip bulaşıkları makineden çıkarmaya başladı. Yarım saat dolunca Hasan Bey bağırdı.
“Bitti mi ezber?”
Bu bağırıştan birkaç saniye sonra Kerem elinde kâğıtla salona geldi. Gözlerinin içi gülüyordu.
“Bu sefer ezberledim baba.”
“Aferin benim oğluma. Ezberlersin tabii ya! Haydi, okuyalım bakalım.”
Çocuk yine aynı yerde takıldı. Üçüncü denemeden sonra babası çocuğun elinden kâğıdı hızla çekip buruşturdu ve fırlattı.
Top hâline gelen kâğıt Kerem’in kafasını sıyırarak geçti ve orta sehpanın üzerine düştü.
“Saçma sapan futbolcu isimlerini, süper kahramanları ezberliyorsun. Ama üç satır şeyi sırf inadından ezberlemiyorsun. Senin neyin eksik oğlum diğerlerinden?”
“Baba, ben bu rolü oynamak istemiyorum.”
“Sus, ağlama! Odana git. Yarım saat sonra tekrar deneyeceğiz.”
Kerem sehpanın üzerindeki buruşuk topu alıp burnunu çekerek odasına gitti.
***
İki hafta sonra sınıf gününde, Kerem padişahın arkasında duran ve oyun boyunca hiç konuşmayan muhafızlardan birisi olarak çıktı sahneye.
En ön sırada oturan babasıyla göz göze gelmemek için gözlerini sağ elinde tuttuğu mızrağa dikti ve oyun boyunca oradan hiç ayırmadı.
Kerem rolünden utanıyordu. Asıl rolünden utanması gereken babasıysa, oyun boyunca çocuğunun yüzüne zum yaparak çekim yaptı.
Oyun bitip salon alkışlarla inlemeye başladığında, Kerem çekingen tavırlarla dönüp babasına baktı. Göz göze geldiler. Kerem zorla gülümsedi. Babası da gülümsedi.
Eve dönerken arabada hiç konuşmadılar.
Kerem eve gidince dosdoğru odasına gidip yattı. Annesiyle babası da salonda televizyonu açıp okulun çocuklara iyi eğitim veremediğinden, sınıf öğretmeninin işini iyi yapamadığından bahsettiler. Sonra da saati kurup onlar da yattılar.
Ertesi gün Kerem okula, anne ve babası da işe gidecek, hayat kaldığı yerden devam edecek ve yaşananlar unutulacaktı demek isterdim.
Ama diyemiyorum.
Çünkü hayat, maalesef kaldığı yerleri unutmuyordu.
Hasan Bey kendisine biçilen rolü iyi oynamadığı için, oğlu Kerem kendisini hep figüran olarak hissedecek ve hatırlayamadığı o satırları bir ömür boyu unutmayacaktı…
Salih Uyan
Eğitimci – Yazar