Hayatım boyunca beni en çok sevenlerden en çok duyduğum, birbirine zıt iki laftır. “Çok akıllı” ve “Sen yapamazsın”.
Pazardan dönüyoruz, küçük torbalardan birine elimi atıyorum. “Sen taşıyamazsın.” Portakal sıkıyor ablam. Dönen turuncu şapkanın üzerine elimi koymak istiyorum. “Sen sıkamazsın.” Sofraya tabak taşıyacağım. “Bir tane al, yoksa düşürüp kırarsın.” Okullar açıldı, defter kaplamaya heves ediyorum. “Sen kaplayamazsın, beni bekle.” Ayakkabılarımı boyamaya yelteniyorum. “Bırak, ben benimkilerle beraber boyarım.” Mutfakta lavabonun yanında kollarımı sıyırıyorum. “Sen yıkayamazsın.”
Gerekçe “küçük” olmam. Ne zaman büyüyeceğim? Bilmem. Kesin bir yaş bildirmiyorlar. Sonra ergen oluyorum. Sonra üniversiteye başlıyorum. Cümleler biraz şekil değiştiriyor, ama temel fikir aynı. “Yapabilir misin ki?” “Emin misin? “İstersen ben de geleyim, beraber yapalım.”
Tabii tabii… Arada bir, saydıklarımın tamamını telâffuz ettikten sonra izin veriyorlardı bir şeyler yapmama. Ama bana şefkatle bakarak. Benim beceriksizce çabama gülerek. Neye elimi atmışsam, bitirmeden elimden alarak.
Bu sözlerin, bakışların, gülüşlerin beni birkaç şekilde etkilediğini fark ettim. Bir, bir şeyleri becerememenin beni sevimli kıldığına inanıyorum. Bunu şefkat alma yolu olarak görüyorum. İki, bütün işlere, bitirebileceğimden şüphe ederek başlıyorum. Üç, yeni bir şey deneyeceğim zaman komik görüneceğimi düşünüyorum.
İlki yeteneklerimi bilemek yerine köreltmeme, gönül ilişkilerimi de “Ama ben küçüğüm, yapamam ki” temeli üzerinde inşa etmeme sebep oldu. İkincisi, elimi neye atsam sakız gibi uzatmama. Üçüncüsü ise gülünç olmaktan korktuğum için insan önünde yeni denemelere girmememe.
Ve bir işi ancak başkasının yardımı ile başa çıkaracağıma inandım. Biri gelip bana yardım etsin istedim. Yaptıklarımın doğruluğundan emin olmak için hep birinin onayına ihtiyaç duydum. Neyi zor bulsam başımı kaldırıp etrafıma baktım.
“Çok akıllı” bulunan, ama “kendi başına hiçbir şey yapamayan” kız çocuğuydum. Uzun, çok uzun yıllar hep yeni bir şeyler öğrenmek ve denemek için can atan, ama bütün hevesleri, denemeleri kursağında kalan kız çocuğu olarak kaldım.
Çok akıllı idiysem neden hiçbir şeyi tek başıma yapamıyordum? Hiçbir şeyi tek başıma yapamıyorduysam nasıl çok akıllı olabilirdim? Birbirini yalanlasalar da, kendimize dair duyduklarımıza inanıyoruz. Zekâmdan şüphe etmeden, ama hep beceremeyeceğime inanarak yaşadım. Aslında yapabileceğimi bilip, yapamayacağıma ya da yapabilmek için çok çaba sarf etmem gerektiğine inanarak. Hep atılıp sonra geri çekilerek.
Bugün, deneyimlerim “çocuk yetiştirmek” ifadesi üzerine uzun uzun düşünmeme sebep oluyor. Bu ifade ile ilgili iki sıkıntım var. Öncelikle “insan yetiştirmek” demeli bence. Doğrusu bu. Çünkü çocukken bütün öğrendiklerimiz ve öğrendiklerimizi uygulama biçimlerimiz, yetişkinliğimizde de sürüyor. İstediğini ağlayarak elde etmeyi öğrenmiş bir “çocuk”, yetişkinliğinde de ufak ayarlarla aynısını yapıyor. Bağırarak ağlamıyor ama sızlanıyor, kendini acındırıyor. İkincisi, çocuğu yetiştiren sadece anne değil. Aile, akrabalar, diğer yakınlar ve hepsini içine alan “kültür”.
Kendine inanan, güvenen ve yeten bir insan nasıl yetiştirilir? Cevabını aramak, bilmek, uygulamak sadece annenin işi değil. İşte meselâ çok sevgi dolu büyüklerin, ablaların, abilerin “Bırak sen yapamazsın”ları, bir küçüğün yıllarca kendini beceriksiz hissetmesine, gerçekten de beceremeden yaşamasına sebep oluyor. Ama abilerin, ablaların küçüklere yaklaşımını değiştirmek de yetmez. Sorun aynı zamanda “Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak” ülküsünde.
Ezbere yaşamak yerinde saydırıyor. Bazı şeyleri baştan söylemek, yazmak, uygulamak şart.
Gülriz
hthayat.haberturk.com