2000 yılının Aralık ayıydı.
Üniversiteden yeni mezun olmuştum.
Bir devlet okulunda heyecanla derslere giriyordum.
Sınıflardan birinde, şartlı cümleleri anlatırken tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
-“Evet çocuklar, tahtada ‘Eğer çok zengin olsaydım anneme… alırdım.’ yazıyor. Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun. Anlaşıldı mı?” dedim.
Anlaşılmış olmalı ki herkes sessiz bir şekilde dağıttığım küçük kâğıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı.
Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kâğıtları topladım ve tek tek okudum.
Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık, Maldivler’de ada…
Ben okuyorum, sınıf gülüyordu.
Son kâğıdı içimden okudum.
“If I were rich, I would buy flowers for my mom.”
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz, içine kapanık bir çocuktu.
-“Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!” dedim.
-“Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?”
-“Çiçek alırım, yazdım öğretmenim.”
Sınıfta hafif bir kahkaha koptu.
-“Ben çok zengin olduğunuzu düşünün, hayal gücünüzü kullanın demiştim. Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre önemli bir sebebin olmalı” dedim.
Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp,
“Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim” dedi usulca.
Yüzünde Mona Lisa tablosunu andıran gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı.
-“Oğlum, dalga mı geçiyorsun?” dedim sertçe.
-“Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?”
Hiç cevap vermedi.
Kâğıtları geri dağıttım.
Sınıf, çalan zille birlikte kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı.
Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.
Ertesi sabah okula geldiğimde Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum.
Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım buruşuk kâğıt parçası duruyordu.
Oturup biraz konuştuk. Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı.
Zorlukla zümre odasına doğru yürüdüm.
Başım dönüyordu.
Hıçkırığa benzer garip bir şey diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu.
2000 yılının aralık ayıydı ve ben, kâğıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim.
Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini ve o günden beri, babasıyla, hiç aksatmadan her cuma günü annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini…
Önceki gece babası duymasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını…
Ve üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını…
Hepsini, hayatımın o en serin aralık sabahında öğrendim .
Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin, cumartesi, pazar, sömestır ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir.
Öğretmenlik Anne olmaktır.
Baba olmaktır.
Abi olmaktır…
Yeri geldiğinde arkadaş olmaktır.
Yüreği sevgi dolu bütün öğretmenlerimize saygılarımızı sunuyoruz…