Maun kaplı dişlerinin renk tonlarını birbirinden ayıracak kadar dip dibe gittiğimiz, koltuk altlarına gece soğan koyup yatan adamların uçusan bakterilerini izlerken dalmışım. Tam o an da bir çığlık koptu otobüste:

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun aslanım?” diye bağırdı adamın biri.

Kim olduğunu görmek için hepimiz döndük sesin geldiği tarafa.

“Kimsin lan söylesene!” dedi diğeri ve ortalık toz duman.

Muhtemelen varoluşsal bunalımlar ve varlık sancıları çekiyor olmalılar ki, biri birara anası ile ilgili bir meseleden bahsetti tükürüğü boğazına kaçarken. Meseleye böyle nahif bir yerden bakınca dünya daha tahammül edilir geliyor napim ya, siz de deneyin…

“Sen benim kim olduğumu biliyonğ mu?” kompleksi diye bir şey var bu toplumda.

Polis bekçiden, hatta bekçi zabıtadan daha üstün görüyor kendini. Doktor hemşireden, hemşire hasta bakıcıdan daha üstün görüyor. Kadrolu öğretmen, sözleşmeli öğretmenden daha öğretmen hissediyor kendini. İlk gelin olmanın, ilk torun olmanın bile bir statüsü var gözümüzde çok acayip…

Bu artık o kadar normalleşmiş ki akşam haberleri bile öyle veriliyor.

“… evde çıkan yangında bir hemşire hayatını kaybetti… “
“… meydana gelen kazada bir avukat yaşamını yitirdi…”
“…çukurdan çıkamayan işportacı, kurtarılamadı…”

Sanki ölen insan değil gibi, gideni can değil de toplumsal bir statü gibi görmeye başladık.

Rakamsal bir değeri olmayan her şey gözümüzde değersiz.

Diplomadan daha önemli olanın içten bir gülümseme, paradan daha önemli olanın bir sırt sıvazlama ve simülasyonundan daha önemli olanın da insanın bizzat kendi olduğunu kendi kendimize yeniden hatırlatmalıyız.

Yoksa insan insana yabancı, en çok da kendine yabancı olmaya devam edecek böyle…

Sonunda mutlaka hepimizin öleceği bir dünyada neyin hırsı ki bu zaten.

Ezgi Akgül
Sosyolog-Yazar