Erika Christakis, Yale Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Merkezi’nde görev yapmış bir akademisyen ve The Importance of Being Little: What Young Children Really Need From Grownups (Küçük Olmanın Önemi: Çocuklar Yetişkinlerden Gerçekten Ne Bekler?) adlı kitabın yazarı. Christakis, küçük çocuklar için vahim bir dönemden geçtiğimizi söylüyor:
Onlara birer “ürün” gibi davranıyoruz ve çocukluklarını kaybetme riskiyle karşı karşıyalar. Christakis, çocuklarımıza yetişkinler olarak sahip olduğumuz beklentileri dayatmak yerine, ebeveynlerin ve öğretmenlerin at gözlüklerini çıkarmaya ve dünyayı çocukların gözünden görmeye çalışmaları gerektiğini belirtiyor. Bakış açımızda yapacağımız bu değişimin, çocukların eşsiz becerilerini daha iyi anlamamıza ve bunları geliştirmemize yardımcı olacağını öne sürüyor.
Yakın zamanda kendisiyle çocukluğun değişen kültürel değerleri üzerine sohbet etme şansım oldu. Konuştuğumuz konular arasında erken çocukluk eğitim ortamlarının nasıl olması gerektiği ve çocukları “yetişkinleştirme” eğilimimizden nasıl vazgeçebileceğimiz de vardı.
“Küçük olmak” neden bu kadar önemli? Ebeveynlerin, eğitimcilerin ve politikacıların bu gelişim aşaması hakkında bilgi sahibi olmasını neden istiyorsunuz?
Farklı yerlerde farklı hayatlar yaşayan birçok ebeveyn ve eğitimciyle konuşma ve onlara ders verme şansım oldu. Bu karşılaşmaların sonucunda, çocukların çocukluklarını kaybetmek üzere olduklarını fark ettim. Küçük bir çocuk olmanın değerli bir şey olduğu fikri – çocukların istekleri, ihtiyaçları vs. – eskisi kadar popüler değil. Küçük çocuklardan bahsederken, onları geleceğe yaptığımız “yatırımlar” olarak görmeye başladık. Ebeveynler, çocuklarının gelecekleri hakkında büyük endişe duyuyorlar ve çocuklarının hayat tecrübelerini, eski nesillerle karşılaştırıldığında oldukça doğal olmayan bir şekilde ve pek keyif almadan yönetiyorlar.
Tuhaf bir çelişki söz konusu, erken çocukluk dönemi hem güvenli hem de stresli olarak öne çıkıyor. Bir taraftan, çocukların çoğu insanlık tarihindeki en güvenli erken çocukluk dönemini geçiriyor. Eskiye oranla daha az ölümcül kazaya ve sakat bırakıcı hastalıklara maruz kalıyorlar. Çocuklarımızı kömür madenlerine çalışmaya göndermiyoruz. Yoksulluk, stres ve travma hala mevcut elbette – ki bu problemler çok sayıda çocuğu etkiliyor – ama genel olarak, çocukluğun en büyük “düşmanları” yok olmuş durumda.
Diğer bir yandan, 21. yüzyıl toplumu çocukların önüne birçok zorluk çıkarıyor. Teknoloji her zaman çocukların dostu değil, yeni ve sıkıntı verici başka stres kaynakları açığa çıktı. Örneğin, Amerika’daki anaokullarındazihinsel sağlık ve davranış problemleri yaşayan çocukların sayısı giderek artıyor.
“Küçük olmak” kritik öneme sahip, çünkü erken çocukluk deneyimlerinin etkilerini insanların fiziksel sağlıklarında bile görüyoruz: Çocuklar oyunlar ve anlamlı ilişkiler aracılığıyla öğrendiğinde, beyinlerinin besleyici, dil bakımından zengin ve nispeten telaşsız bir ortamda gelişmelerine izin verildiğinde yaşamsal beklentileri daha uzun ve sosyal-duygusal becerileri daha sağlam oluyor. Şu daha önce hiç olmadığı kadar açık: Çocuklar, küçük yetişkinler değildir.
Evet, yazılarınızda “yetişkinleştirme” terimini kullanıyorsunuz. Yetişkinleştirmeyi nasıl tanımlıyorsunuz? Bu terim, çocuklukla ilgili düşüncelerimize dair bize ne anlatıyor?
Yetişkinleştirme, dünyayı çocukların bakış açısıyla görememektir.
Bazen öğretmenlerden sınıflarında yere çömelmelerini ve ortamı 4 yaşındaki bir çocuğun boyundan ve gözünden görmeye çalışmalarını istiyorum. Yetişkin hızını, beklentilerini ve programlarını çocuklara dayattığımızı görmek aydınlatıcı oluyor. Peki neden böyle davranıyoruz? Şimdiki çocuklar önceki nesillere oranla daha az uyuyorlar ve gün içinde daha fazla değişim yaşıyorlar. Bence ebeveynlerin ve öğretmenlerin çoğu, çocukların gelişmekte olan beyinlerinin yetişkin programlarıne ve hızına uygun şekilde tasarlanmadığı gerçeğini kabul edecektir.
Hepimiz bu sorunun farkındayız, ancak bu döngüden çıkmak çok zor. Geri adım atmalı ve dünyayı çocukların gözünden görmeye çalışmalıyız. Çocuklarımızın gelişimlerini yetişkin bakış açısıyla gözlemliyoruz ve bir saat boyunca toprak kazmaktan bir şey öğrenemeyeceğimize karar verip çocuğumuzu bahçeden alıyor, önüne matematik çalışma kağıtlarını koyuveriyoruz. Çocukların günümüzde sahip olduğu açık hava vaktinin ve kaba motor becerilerini geliştirmeleri için oynamaları gereken oyunların azlığı insanı hayrete düşürüyor.
Bu yetişkinleştirmenin bir kısmı, küçük çocukları neyin mutlu ettiğine dair dikkatsizlik ve onların neler yapabileceğine dair derin bir inanç eksikliğinden kaynaklanıyor.
Yüksek kalitede erken eğitim neye benzer? En iyi yöntemleri kullanan bir anaokulunu ziyaret etseydiniz, nelere şahit olurdunuz?
Nitelikli eğitim ilişkilere dayanır. Çocuk gelişimini anlayan, eğitim verdiği çocukları tanıyan ve onlara uyum sağlayan şefkatli öğretmenler; sınıf büyüklüğü, fiziksel çevre ve müfredat gibi bizim şu sıralarda kalitenin belirleyicileri olarak gördüğümüz unsurlardan çok daha önemli.
Zengin ve açık uçlu sohbetler büyük önem taşıyor. Çocukların gün içinde samimi ve empati sahibi sözel iletişime ihtiyacı var. Birbirleriyle şakalaşmaları, yetişkinlere tuhaf hikayeler anlatmaları, kaliteli edebi eserler dinlemeleri ve anlamlı sorular sormaları gerekiyor.
Araştırmalar, nitelikli okul öncesi eğitimcilerinin çocuk gelişiminin değişkenlerini bildiğini (“3 yaşında bir çocuk böyledir” gibi) ve sorumluluklarında olan çocukları birey olarak da tanıdığını gösteriyor (“Bu çocuk böyledir”).
Bu tür öğretmenlerin sınıflarında kontrolün öğrencilerde olmadığını hatırlatmakta fayda var. Nitelikli anaokulu öğretmenleri yaptıkları her işte bilinçli ve amaca yönelik davranırlar: Sınıf rutinleri, fiziksel çevre, program ve çocukların keşfedip manipüle edebileceği materyaller… Bu öğretmenler olağanüstü miktarda gözlem yaparlar ve düşünürler. En iyi anaokulları, çocukların doğuştan gelen merakından faydalanabilmek adına öğrenme ortamlarını sürekli olarak deneyimlemelerini ve değiştirmelerini sağlayan ortak, sorgulamaya dayalı kültürlere sahiptir.
Bu özellikle travma geçmişi ve olumsuz çocukluk deneyimleri olan çocuklar için geçerli. Çocuk sınıf kapısından içeri girdiğinde bir önceki gece hiçbir şey yememişse veya olumlu bir haberi karşılıyorsa – örneğin kardeşi olacağını öğrendiyse – yüksek nitelikli anaokulu sınıfının bu deneyimlere karşılık verecek ve bunları bilişsel ve sosyal-duygusal gelişime yöneltecek bir mekanizması vardır.
Bu ortamlardaki eğitimcilerin çıkış noktası, çocukların öğrenme becerilerinin doğuştan olduğunu kabul etmeleridir ve okul ya da devlet görevlilerinin çocukların nasıl öğreneceğini belirlemesine izin vermezler.
Oyunun önemi üzerine birçok yazınız mevcut. Oyunu nasıl tanımlıyorsunuz ve oyun neden bu kadar önemli?
Oyun, memeli gelişiminin en önemli belirleyicilerindendir: Bu dürtü içimize işlenmiştir ve bastırılamaz. Oyun dürtüsü bir yana, oyun bilgisinin – oyunun basit ayrıntıları – her zaman doğal olmadığını ve dikkatli bir uygulama gerektirdiğini unutmamak gerekir.
Sanayileşmiş modern toplumlarda işlevsiz oyunları daha çok görüyoruz. Çocuklar, küçüklerin büyüklerden öğrenecekleri ve büyüklerin de küçüklere karşı nazik ve adaletli olacağı farklı yaşlardan oluşan gruplarda oyun oynamıyorlar. Çocukların, oyalanacakları ve kendi kurallarını koyacakları serbest zamanları çok az. Etkili bir şekilde oyun oynamayı öğrenecek zamana ve mekana ihtiyaçları var ve oyuna değer veren bir kültüre de ihtiyaç duyuyorlar. Maalesef, yakın gelecekte böyle bir erken çocukluk kültürüne sahip olacağımızı düşünmüyorum.
Bu nedenle, serbest ve yapılandırılmamış zamanı ve doğaçlama yapabileceği türden materyallere erişimi olmayan bir çocuğa karton kutudan kale yapmasını söylerseniz, muhtemelen şaşıracak ve huysuzlanacaktır.
“Gerçek ve güvenilir bir erken çocukluk müfredatı, ‘anaokulu’ diye adlandırdığımız oluşumda bulunmak zorunda değil. Öyle ki, herhangi bir okulda bile bulunmak zorunda değil.” dediniz. Bununla tam olarak ne kastettiğinizi açıklar mısınız?
Bir kelebeğin çiçeğin üstüne konmasına şahit olan bir çocuğun yüzündeki şaşkınlığı gören herkes, öğrenmenin sınıf ortamının ötesine geçtiğinin de farkındadır.
İyi haber, çocuklar neredeyse her ortamda öğrenmeye “programlıdır”. Sorumlu yetişkinlerin sevgisi ve desteğiyle, anaokulu diye adlandırdığımız yapının zilleri ve düdükleri olmadan da öğrenebilirler.
Küçük bir çocukla bir yetişkinin arasındaki iletişimden birçok şey doğal olarak öğrenilir. Düşük gelirli ailelerin çocuklarıyla yüksek gelirli ailelerin çocukları arasındaki akademik boşluğu, ebeveynlere ve eğitimcilere çocuklarla her gün düzenli iletişim kurmak üzerine eğitim vererek kapatabileceğimizi gösteren birçok kanıt mevcut. Öğretmenlerin öğrencilerine “Elma hangi renk?” veya “Ne çiziyorsun?” gibi “kontrol eden” sorular yerine “Bana çizimini anlat,” gibi açık uçlu sorular sormalarını tavsiye ediyorum. Açık uçlu cevaplar, spontane ve derin öğrenme için büyük fırsatlar sağlıyor.