Metrobüsteyim, ayaktayım, bir anne yanında 5-6 yaşlarındaki kızıyla biniyor. Kız nereye tutunacağını bilemiyor, yer veren yok.
Metrobüs, her nevi adab-ı muaşeret kuralının geçersiz kılındığı bir araç, malum. Yaşlıca bir bey, “Gel kızım, kucağıma otur” diyor.
Annesi kızın elini daha sıkı tutup, “Yok, teşekkür ederiz.” diye yanıt veriyor.
Kız annesine daha çok yanaşıp daha çok sığınıyor. Kimsenin kucağına oturmak istemediği belli.
Ama hayır, burada bitmiyor, beyefendi kararlı, oturtacak kızı kucağına. Arka arakaya, ısrarla “Kucağıma gel, gel hadi, gel, çekinme” diyor.
Küçük kızın yanakları al al oluyor, terlemeye başlıyor, neredeyse ağlayacak. Annesi kibarca bu ısrara karşı koymaya çalışıyor. Sonunda dayanamıyorum, “Beyefendi, benim de bu yaşta çocuklarım var.
Biz çocuklarımıza yabancıların kucağına asla oturmamaları gerektiğini öğretiyoruz. Lütfen, ısrar etmeyin artık, bakın istemiyor” diyorum.
Sesim beklediğimden daha yüksek ve kararlı çıkıyor. Sanırım kibarca bir müdahaleden ziyade, bir tür azarlama ya da sert bir uyarı olarak algılanıyor söylediklerim.
Niyetim bu değildi ama sakıncası yok, hatta böylesi daha iyi.
Vapurdayım…
Hava güzel, açık bölümde oturuyorum. 3-4 yaşlarında bir çocuk, babasıyla birlikte binmiş.
Etrafına fazla rahatsızlık vermese de biraz huysuz, babasının sözünü dinlememekte kararlı. Koltukların arasında koşturmak istiyor. Yaşlıca bir hanım, “böyle koşarsan seni vapurdan inince polise veririm, otur bakiim, uslu dur” diyor.
Babası susuyor, çocuk daha da huysuzlanıyor. Dayanamıyorum yine. “Polisleri iyi tanırım, koşan çocuklarla ilgilenmiyor onlar, kanunen koşmak suç değil hanımefendi, veremezsiniz.” diyorum.
Çocuk şaşırıyor, gözlerimin içine bakıyor. Babasına bakıyorum bir yandan, sohbete devam etmek için onay alıyorum.”Ah, keşke ben de koşsam, koşmak istiyorsun değil mi? Koşmak çok eğlenceli” diyorum. “Evet” diyor. “Fakat” diyorum, “burası koşmak için pek uygun değil, vapur birazdan hareket edecek, deniz de dalgalı.
Koşarken denize uçmak istemezdim doğrusu”. Çocuk gülümsüyor. “Peki ya sen, denize uçmak ister miydin?” diye soruyorum. “Hayır” diyor. “Koşmak için uygun yerler nereler sence, kendini oralarda koşarken hayal etmek ister misin?”.
Sohbetin devamında çocuk ve babası piknikte, yarış pistinde, futbol sahasında, plajda ve daha pek çok yerde koşarken hayal ediyorlar kendilerini . Vapur Kadıköy’e yanaşıyor.
Hastanedeyim, kızım yanımda, bekliyorum. Az ileride 2-3 yaşlarında bir çocuk, anneannesi, annesi. Çocuk kıpır kıpır, beklemek istemiyor.
Her kıpırdanmada iki kadından biri çocuğa “dur, yoksa gebertirim seni.” diyor. Ürperiyorum.
Bu ifade bu ailenin rutini olmuş, çocuk ne yapsa “dur, gebertirim.” deniyor karşılığında. Bir şey yaptığı da yok, beklemek istemiyor, çocuk çünkü. Kızımın bu söylenileni duymasını istemiyorum ama engel olamıyorum, duyuyor.
Yüksek sesle “anne gebertmek ne demek?” diye soruyor. “Kötü bir anlamı olduğundan eminim, tam ne demek olduğunu bilemiyorum, sözlüğe bakıp sonra söyleyeyim.” diyorum. Kadınlar duyuyorlar bizi. Bu kez “uslu durmazsan patlatacağım bir tane ha!” diyorlar.
Parktayım, bankta oturmuş, yan banktaki üç annenin sohbetine kulak misafiri oluyorum. Üçü de çocuklarının üstün zekâlı olduğundan emin. “Bizimki şu kadar aylık yürüdü, şu kadar aylık konuştu, üstün zekâ belirtisiymiş zaten bunlar” diyor biri.
“Bizimki 2 yaşındayken ipad’de istediği oyunu kendi başına bulup açabiliyordu” diyor öteki. Beriki de “ne söylesem de çocuğumun ne denli zeki olduğunu ispatlasam” diye düşünüyor mukakkak ki. O sırada çocuklardan biri takılıp düşüyor. “Geri zekâlı mısın oğlum? Niye dikkat etmiyorsun?” diye bağırıyor üç anneden ortadaki.
Kadıköy’de, ailecek müdavimi olduğumuz köftecideyiz.
Çocuklar yemeklerini yemiş, bitirmişler. Hesabı istiyoruz.
Garson bir elinde hesap, diğer elinde iki lolipopla geliyor. Şekerleri doğrudan çocuklarımıza uzatıyor. Bana ya da babalarına sormadan.
Çocuklar gözlerimizin içine bakıyorlar. Nereden çıktı şimdi bu? Neden bu durumda bırakılıyoruz? Neden durduk yere çocuklarımıza şeker uzatılıyor? Çocuklarımızın şeker yemelerini istemiyoruz.
Bu anlattıklarım,Türkiye’de günlük yaşam içinde çocuklara nasıl davranıldığını gösteren sıradan örnekler.
Bu örnekler muhakkak ki çoğaltılabilir. Çocuklarla iletişim kurmak konusunda ciddi sıkıntıları olan bir toplumuz.
Çocuklara nasıl davranılması gerektiğini bilmiyoruz. Belli bir davranıştan kaçınmaları isteniyorsa, bu toplumda çocuklar genellikle korkutuluyor, tehdit ediliyorlar. Bu toplumda çocukların iyiliğini düşünmek bazen çocuğun sınırlarını ihlal etmek anlamına gelebiliyor.
Bu toplumda pek çok hassas durumda anne baba değil doğrudan çocuk muhatap alınıyor.
Bu toplumda çocuklar günlük yaşam rutinleri içinde şiddet sözcükleriyle terbiye edilmeye çalışılıyorlar. Bu toplumda çocuklar suçlanıyor, özgüvenleri kırılıyor.
Bu toplumda çocuk bir hata yaptığında, hatalı davranışın kendisi değil çocuğun karakteri eleştiriliyor, öz saygısı kırılıyor, benlik algısı zedeleniyor. Bu toplumda çocukça olan davranışlar genellikle hata kabul ediliyor, çocukla empati kurulamıyor.
Bu toplumda çocukla ilişki kurulurken çoğu zaman “uslu durmak” olarak tarif edilen, oysa çocuk olmanın doğasına tam tamına aykırı olan bir beklentiyle hareket ediliyor.
Bütün bu nedenlerle, bu toplumda çocukların yarattığı düşünülen sorunların pek çoğunu aslında bizzat yetişkinler yaratıyor…
Dr. Soner Oğuz