—1—
Covid-19 a yakalandığımda doğal olarak bunu sevimli bir sürpriz olarak karşılamadım. Çünkü insanın iç dünyasında hayatın olağan şekilde akacağı ve bu varsayım üzerinden bir takım geleceğe dair planlar yer alıyor. Oysa bir hastalık, filmi en olmadık yerden koparıyor. Hayatın rutin akışı belirsiz ve kaygı verici bir süreçte ilerlemeye başlıyor.
Zihin öncelikle bu kırılma noktasına ilişkin bir sebep ve kusur bulmaya yoğunlaşıyor. “Bu iş nasıl oldu? Benim başıma neden geldi?” Covid-19 ile ilgili hastalık insanın kendisiyle ilgili tedbirler ve kontrol edemediği dış etkenlerin bileşkesinden ortaya çıkıyor. Hastalığın ölümcül olması ve sürekli yapılan uyarılar sonucu insan doğal olarak kendini korumaya alıyor. Maske, mesafe temizlik gibi tedbirleri bir garanti olarak görüyor. Böylelikle hastalığa yakalanmayacağı yanılsaması içinde hareket ediyor.
Oysa o tedbirler büyük ölçüde koruyucu olmakla birlikte hastalığa yakalanmama konusunda bir garanti vermiyor. Diğer taraftan bir de kontrol edemediğimiz dış etkenler var. Kişinin zorunlu olarak bulunduğu yerde örneğin bir market alışverişinde, bir toplu ulaşım aracında covid-19 lu bir hastanın yoğun virüs yayması gibi. Neticede alınan tedbirlere rağmen ihtimal azalmıştır, ancak kontrol edemediğiniz dış etkenlerden isabet almışsanız artık bir ihtimal değil bir gerçek olarak hastalık sizi yakalamıştır.
Tedbirlere dikkat etmediği halde yakalanmayan, risk ortamlarda çalışmasına rağmen hasta olmayan nice insanları görünce “niye özellikle ben” sorusu gündeme gelebilir. İşte o zaman dünyada bir numara olmuş Amerikalı tenisçi Arthur Ashe’nin (1943-1993) kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğinde olduğu zaman bir hayranına verdiği cevap aynı zamanda bizim sorumuzu da cevap olmaktadır.
Arthur Ashe hastalandığı dönemde dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu:
– Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?
Arthur Ashe şöyle cevap verdi:
– Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı’ya ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Niye ben’ derim?
Ben de mevsimlik işçi bir babanın 9 çocuğundan biri olup hayatın basamaklarını başarıyla çıkarken, bu arada kader de bana yol verirken belli bir meslek memuru olup, hatırı sayılır görevler de bulunurken “Neden ben?” diye hiç sormadım. Şimdi hayatın bir cilvesi olarak yakalandığım covid-19 için mi “Niye ben” diyeceğim diye düşündüm.
Diğer taraftan hayatın acıları ve mutlulukları toplumda bir şekilde orantılı olarak dağılmaktadır. Biz sadece bize düşen acıya yoğunlaştığımızda bu dengeyi görmemekteyiz.
Engelliler İdaresi Başkan Yardımcısıyken Şükrü Sürmen’le tanışmıştım. Sürmen (1945-2011) 19 yaşında yaşadığı bir trafik kazası nedeniyle engelli kalmıştı. İTÜ’de ‘Özürlü ve Yaşlılar İçin Çevre Tasarımı’ dersleri vermekteydi. Postacıyı Beklerken” “Yaşlılar ve Yaşlılık Üzerine Dağınık Notlar”, “Tasarım Üzerine Söyleşiler” isimli kitapları vardı. Sürmen Özürlülerle (Engelli tabiri yerine özellikle özürlü tabirini savunuyordu) ilgili raporlar hazırlayarak kamu kurumlarına gönüllü danışmanlık yapıyordu. Bir raporunda şöyle bir söz etmişti. “Biz özürlüler insanlık ailesinin bir üyesiyiz. Bir şekilde ve oranda özürlülük toplumda var. Bizler özürlü olarak bu rolü üzerimize almakla diğer sağlıklı insanlar üzerindeki bir yükü de almış oluyoruz.” Bu söz beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü. Acılardan pay almak toplumsal dağılımda aynı zamanda bir başkasına yardım etmek anlamını doğuruyor. Bu durum kendi içinde farkına varmadığımız bir adil dengeye ulaşıyor.
Nietzsche’ye atfedilen bir söz var. “Bizi öldürmeyen şey güçlendirir” Hastalıklarla, zorluklarla, acılarla karşılaşarak hayatta daha muhkem durmayı ve hayatın anlamı üzerine düşünmeyi de öğrenmiş oluyoruz.
—2—
Yaz dönemi malum. Sezon kapanmadan bir kamu kurumunun sosyal tesislerinden yer ayırıp Akdeniz sahillerine doğru yola çıktık. Derdimiz bir yaz eğlencesinden ziyade deniz, güneş ve kumdan sağlığımıza güç devşirmek.
Yol üstü tesislerde yemek molası veriyoruz. Tezgâhta çeşit çeşit yemekler. Ancak gel gör ki hiçbiri benim iştahımı çekmiyor. Sadece çorba ve su alıyorum. Onu da keyifsiz bir şekilde bitiriyorum. Aklıma covid vs gelmiyor, sadece havanın sıcak olması, yol yorgunluğu gibi basit geçici sebepler geliyor.
Tesise varıyoruz. İlk girişte ateşimize bakıyorlar. Ateşimiz normal. Aklımın bir köşesinde covid-19 dolaşsa da ateş kontrolüyle biraz daha rahatlıyorum.
Tesise yerleşiyoruz, denize gidiyorum. Deniz suyu insanın üzerindeki stresi yoğunluğu alır ya da ben hep öyle hissetmişimdir. Ama bu kez sanki bu özelliğini kaybetmiş gibi keyif vermiyor. Durumu Akdeniz’in henüz eylülle birlikte soğumayan tatsız sıcağına bağlıyorum.
Tesiste kaldığımız altı gün boyunca halsizlik, iştahsızlık devam edince artık covid-19 şüphesine kapılıp Ankara’ya dönüyorum. Bu arada yol üzeri uğradığımız tesislerde ateşimiz hep normal çıkıyor.
Öncelikle bir devlet hastanesinde covid-19 testi yaptırıyorum. Sonuç negatif çıkıyor. Ama rahatsızlar nedeniyle şüphe ortadan kalkmıyor. Bir özel hastaneye gidip test yaptırıyorum. Bu sefer pozitif çıkıyor.
Bu arada halsizlik aşırı derece artmıştır. Gazi Üniversitesi Hastanesi Acil Servisine gidiyorum. O anda yapılan testlerle durumumun çok ciddi olduğu anlaşılıyor. Beni apar topar yoğun bakıma alıyorlar.
Yoğun bakım serüvenine bir sonraki yazıda değineceğim. Bu aşamaya kadar olan süreçte yaşadığım deneyimlere göre dostlarıma şunları tavsiye ederim:
1- Covid-19 rahatsızlığı öksürük ve ateşle ilk belirtilerini gösterir anlayışı mutlak doğru değil. Ben de hiç öksürük yoktu. Bu hastalık demek ki her bünyede farklı reaksiyon veriyor. Bu nedenle klişe bilgilere dayanarak tedavi konusunda gecikmemek gerekiyor.
2- Aslında nefes darlığı ya da aldığınız oksijen miktarının azalması nedeniyle solunum yollarından sorun yaşıyorsunuz. Ama siz solunum sıkıntısı yaşadığınızı farketmeden sadece durumu bir halsizlik olarak hissedebiliyorsunuz. His yanılması olabiliyor.
3- Sosyal tesislerde, alışveriş merkezlerinde alnımıza tutarak ölçtükleri ateşin gerçeği yansıtmadığı farkettim. Çünkü özel hastane de yapılan ölçüm sonucu ateşim 38.4 çıkmıştı. Ondan önceki bütün ölçümler hep normali gösteriyordu.
4- Covid-19 testinde de tam güvenirlik yok. Devlet hastanesinde yapılan testte negatif çıkan sonuç, hemen akabinde özel hastanede yaptırdığım testte pozitif çıkmıştır. Bu nedenle semptomlar yani vücut işlevlerinde ya da hislerinde alışılmışın dışında belirtiler varsa tedavi için hemen başvurmak, süreci başlatmak gerekiyor.
5- Vücutta olağan olmayan işlevsel bozukluklar ve duygular başlamışsa hiç vakit kaybetmeden covid-19 tedavisine başlamak gerek. Çünkü her gecikme tedavinin daha ağır geçmesine yol açıyor. Ben gecikmeseydim. Yoğun bakımda yatmaz belki de evde daha rahat bir şekilde geçirebilirdim.
Son olarak şunu söyleyebilirim. Biyolojik yapımız önemlidir. Eğer ona gereken özeni göstermezsek o bize bunun faturasını çok ağır ödetiyor.
—3—
Gazi Üniversitesi Acil servisine giriş yaptıktan sonra hemen tetkikler sırayla yapılmaya başlandı. Kan alındı. Tomografi çekildi. Tansiyon ölçüldü. Bilediğim bir sürü testlerden geçtim.
“Yoğun bakıma alıyoruz.” Dediler. Bir anda üstümdeki tüm giysiler anında çıkarıldı. Şeklen Hz. Adem’e döndüm. Tek farkımız onda incir yaprağı vardı bende hasta bezi.
Sedyenin üzerine naylondan yapılmış, bir kafes geçirip hızla koridordan sürmeye başladılar. Hızla sürdükleri için oluşan rüzgar kafesin açıklarından girip bir üşüme duygusu veriyordu. Birkaç defa asansöre bindirdiler. Ben kendini rüzgâra bırakmış kuru yaprak gibi hissediyorum.
Hareket bakımından zaten zorunlu olarak edilgin durumdayım. Düşünce olarak ise zihnimi nötr bir şekilde tutuyorum. Bunu bilinçli yapıyorum. Böyle durumlarda düşünmenin negatif sonuçları olacağının bilincindeyim.
Sonunda yoğun bakım ünitesine geldik, hangar gibi bir salon içinde birçok yoğun bakım ünitesi var. Yürüyen sedyeden yoğun bakım yatağına aldılar. Bir koluma serum bağladılar. Ağzımdan oksijen vermeye başladılar.
Bir parmağımda oksijen ölçüm aparatı, bir kolumda her yarım saatte ölçü alan tansiyon aleti, vücudumun değişik bölgelerine yapıştırdıkları aparatlar ve kablolarıyla ana cihaza bağlanmış vaziyetteyim. Hasbelkader bir tarafa dönüp de aparatlardan biri kablosundan çıkınca ana cihaz ikaz sesi veriyor. Tıpkı emniyet kemeri bağlamadığınızda öten cihaz gibi. O vaziyette durabilmek çok zor ama katlanmaktan başka çareniz yok.
Bu arada cihazlardan gelen sesler birbirine karışıyor. Bazı hastalardan sesler duyuyorum. “Beni evime götürün. Ben evimde ölmek istiyorum.” Acıdan inleme sesleri var. Kimi bağırıyor, “Ben kan tükürüyorum yetişin.” diye. Bazı hastalar acının tesiriyle görevlilere bağırıyor, ağzına geleni söylüyor. Sağlık görevlilerinin ne kadar zor şartlarda görev yaptığını düşünüyorum.
Sağlık görevlileri maskeli, gözlerinde gözlükleri var, onun da üstünde yine plastik bir koruyucu bulunuyor, üst üste giyilmiş beyaz elbiselerle bir uzay istasyonunda çalışanları andırıyorlar. İnsanların yüzünü doğal haliyle göremiyorum. O anlar İnsan yüzünün ne kadar güzel olduğunu ve insanı insan yapan en önemli özelliklerden birinin bir insan yüzüne sahip olması diye düşünüyorum.
İnsan yüz itibarıyla insan sıfatı taşıyor gibi geliyor bana. Yüzlerini doğal olarak göremediğim görevliler robotik varlıklar gibi geliyor. İşlerini çok seri şekilde yapıyorlar. O haldeyken olağanüstü bir performansları ve motivasyonları var. İçimden onları takdir ediyorum. Onlar günümüzün kahramanı diyorum.
Yalnız bir gün bana ilaç verirken iki sağlık görevlisinin arasında geçen bir diyalog beni düşündürüyor.
Biri diğerine “Ortopedi servisinde çok güzel çalışıyorduk Esra yine aynı şekilde çalışabiliriz.”. Esra, “Nefes alamıyorum.” diyor. Öbürü “Ben de alamıyorum.” diyor.
Kendi içimden “Ben nefes alabiliyorum, bir süre sonra da buradan çıkacağım.” düşüncesiyle bir rahatlama duyuyorum.
Ancak daha önce okuduğum bir menkıbe aklıma düşüyor. Sırrı sakati adında bir zatın Bağdat çarşısında dükkanı var. Bir gece dükkanlar yanmış. Haber veriyorlar. “Senin dükkanın yanmamış” dediklerinde “Elhamdilüllah” diyor.
Sırrı Sakati sonra “Bunun çok gayri insani bir duygu olduğunu düşündüm, bunun için otuz yıl tövbe ettim.” diyor.
Ben de bir başkasının mutsuzluğuna kıyas yaparak mutlu olmanın insani bir duygu olmadığını düşünüyorum az önceki düşüncemden dolayı pişman oluyorum. Başkasının mutsuzluğu ile kıyas yaparak mutlu olmanın bir kavramı niye yok acaba diye düşünüyorum. Örneğin haset etmek tabiri bir başkasında var olan ama sen de olmayan şeyle ilgili onda da olmamasını istemektir. İmrenmek ise onda var ben de olsun diye dilekte bulunmaktır. Başkasının mutsuzluğu ile kıyas yaparak mutlu olmanın bir kavramı olsa bu da olumsuz bir anlamda kullanılsa ne iyi olurdu, diye düşünüyorum.
Yoğun bakım ünitesinde yatarken birkaç gün sonra bende zaman ve mekan kavramı kayboldu. Gün gece mi gündüz mü bellisiz oldu. Oysa biz hayatı zaman ve mekan içinde idrak ederek algılıyormuşuz, onu farkettim.
Yoğun bakım sürecinde kendime şöyle bir telkinde bulundum. “Hayatı akışına bırak. Doğal mecrasını bulacaktır. Bir ağaç dalı gibi acaba bahar gelecek mi yaprak açacak mı diye beklentiye girmeden kendini doğal yapının kollarına bırak.”
Buna tevekkül mü denir meditasyon mu denir bilmem ama zihinsel hiçbir sıkıntı yaşamaksızın sürecin doğru akmasına yol açtığını söyleyebilirim.
Velhasıl dostlar, “Hekimden sorma, çekenden sor” derler ya yoğun bakım zor bir süreçti. Ama “Tecrübe acı ve zararla kaimdir.” derler.
Acılar sayesinde farklı tecrübelerimiz oldu. Bunlar da hayatın bir başka zenginlik kaynağıdır.
Durdu Güneş