Çocuklar yalan söyleyen biri olarak doğmazlar. Doğruyu söylemek, bildiklerini ve gördüklerini, yani kendi gerçekliklerini olduğu gibi ifade etmek, suyun meyilli bir zeminde akması gibi doğaldır. Ama büyürken gerçeği ifade etmekten korkmayı ve yalan söylemeyi öğrenir.
Çocuğun içinde yetiştiği aile farkına varmadan doğru söyleyeni yeriyor ve yalan söyleyeni ödüllendiriyor ise, zamanla ‘kurnaz’ biri olur.
Kafasının ve gönlünün zenginliğine çok değer verdiğim bir dostum geçenlerde anlatmıştı:
(isimler değiştirilmiştir)
“Yedi yaşındaki yeğenim Burak ve onun yaşıtı Ali yazlık evin bahçesinde oynuyorlardı. Sıcak yaz günündeki oyun şöyleydi: Bahçedeki hortumu açmışlardı, sırayla hortumu ellerinde tutuyorlardı; bu tutuş ile su yerden belirli bir yükseklikte akıyordu. Sanki biri belli yükseklikte ip tutuyordu. Suya dokunmadan onun üstünden atlayan puan alıyordu. Biri atladıktan sonra diğeri aynı yükseklikte suyu tutuyor, eğer her ikisi de atlıyor ise, suyun yüksekliği bir derece artırılıyordu.
Ali dürüst bir çocuk olarak Burak atlarken hortumu hiç kıpırdatmadan suyu aynı düzeyde tutmaya özen gösterirken, Burak, Ali atlarken tam atlayış sırasında hortumun ucunu hafifçe yukarı kaldırıyor ve suyun yüksekliğini artırıyordu.
Bahçede benimle oturan Burak’ın teyzesi bunu gördü ve “Burak, doğru dürüst oyna; oyunda hile yapma!” dedi. Burak, “Ben bir şey yapmıyorum; ne yapıyorum ki?” diye yaptığını saklamaya çalıştı. Teyzesi, “Sen ne yaptığını çok iyi biliyorsun!” dedi.
O sırada bahçede oturmakta ve gazetesini okumakta olan Burak’ın dedesi, “Bırak çocuğa dokunma; hayatta ancak öyle başarılı olunur, çocuğu engelleme,” diye müdahale etti., Kızı, “Ama, baba. . . . .” diye konuşmaya çalışınca, “Kızım ben ne çektiysem dürüstlüğümden çektim; bırak çocuk iş bitirici olsun,” diyerek konuşmayı noktaladı.”
Dinledim; iki soru aklıma geldi;
1- Çocuklarımızı sorunun bir parçası olarak mı, yoksa çözümün bir parçası olarak mı yetiştirdiğimiz üzerinde düşünüyor muyuz? Eğitimciler, yöneticiler, anababalar, kısaca toplum olarak bu soru üzerinde düşünüyor muyuz?
2- Bu tür iş bitiricilerin ailede, meslekte, yöneticilikte, üniversitelerde, siyasette çoğunlukta olduğu bir toplum düşünün. ‘İş bitiriciler toplumu!’. Sevgi, güven, adalet, hakkaniyet, gerçeğe saygı değerlerine sözde değil, gerçekten, yürekten inananların ‘safdil,’ ‘naif’ sayıldığı iş bitiriciler toplumu.
Soru şu: Bu tür ‘iş bitiriciler toplumu’nun işini zaman içinde başka bir toplum bitirir mi?
Benim ilk soruya cevabım “Hayır”, ikinci soruya cevabım ise, “Kesinlikle evet.”
Değerler konusunu konuşmaya en çok ihtiyaç duyan bir toplumuz; ama en az konuşulan konu bu. Konuşılan değil, yaşanılan değerler. En temel iki değer “hakkaniyet” ve ilişkilerde “güven”dir. Hakkaniyet duygusu kaybolmuş bir insan zaman içinde yaşamının anlamını mutlaka kaybeder; ne ailesi, ne mülkü, ne mevkisi hiç bir şey, ama hiç bir şey, ona anlam ifade etmez hale gelir. Aynı şey adalet duygusunu kaybetmiş bir toplum için de geçerlidir.
Adalet duygusunu kaybetmiş bir toplum zaman içinde zayıflar, hasta toplum olur.
Ve bir toplum olarak buna izin vermeyecek kadar uyanmış anababalar, öğretmenler, öğrenciler, yöneticiler, girişimciler, işçiler, din görevlileri, her meslekten insanlar, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri olduğuna inanıyorum.
Sevgi, saygı ve adalet duygusunu ailesinde, sınıfında, işinde ve ilişkilerinde canlı tutan insanlarımıza selam olsun!